“Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları” demişti Turgut Uyar “Geyikli Gece” şiirinde…
Yapıp edememe halinin sürüklediği çaresizlikle, tahammülde yapılan esneklik zorunlu bir gönüllülüğü doğurur. Bazen insan tahammül sınırlarının esnemesine tahammülsüzlük geliştirirken işittikleri karşısında dumura uğrayabiliyor. Onlardan biri geçtiğimiz günlerde, herkesin “ah”, “vah” ettiği bir yangında belirir oldu.
Geçtiğimiz günlerde Bursa’da sobadan çıktığı belirlenen bir yangında 9 kişinin vefat ettiğini öğrendik. Devamında işittiklerimiz herkesin içinde bir burukluk yarattı. Ölenler Suriyeli bir anne 6 çocuğu ve iki yeğeniydi. Suriye’den savaştan gelmişti Halepli Aljasem ailesi. Hayatta kalmak için yolunu tuttukları Bursa’da şehir merkezinde yaşayamadılar. Nedeni ise yoksulluk idi. Kiralar yüksekti. Bunun yanında belki de güvenlik kaygıları da vardı. Aljasem ailesinin çocuklarının yaş aralığı 3 ila 10 arasındaydı. Çocukların yarısı Türkiye’de doğmuştu. Baba Husseın Aljasem karton toplayarak ailesini geçindirmeye çalışıyordu…
Yoksulluğun ve öteki olmanın yarattığı mecburiyet Aljasem ailesini şehirden uzak mahalleye sürüklemişti. Yıldırım’da şehirden epey uzak, Uludağ’ın yamacında 3 katlı bir evin birinci katına 2 ay önce taşınmışlardı. Isınmak için kurulan sobadan çıkan yangında evde bulunan Husseın Aljasem hariç herkes öldü. Trajik bir görüntüye tanıklık ettik hep beraber, cenaze töreninde ölen çocukların tabutlarında isimleri yazmıyordu. Onun yerine numaralar vardı: 1,2,3,4…
ÇARESİZLİKLE BİLİNMEZLİĞE YOLCULUĞUN NEDENİ: UMUT
Savaş başlayınca Halep’ten bir bavula sığdırılan umutla Bursa’ya geldi Aljasem ailesi. Henüz çekirdek ailenin yarısı dünyada yoktu. “Aşılmaz duvar” gelip kendini dayattığında, çaresizlikle bilinmezliğe yolculuk başlar. Ürkütücü olmasıyla birlikte içerisinde barındırdığı “umut” duygusu katlanılabilir kılar bu “düş” yolculuğunu. Aljasem ailesi Bursa’yı bulmuş bir şekilde. Diğer mülteci ya da düzensiz göçmenler gibi…
SAVAŞIN İÇİNDEN HİÇLİĞE DOĞRU
Her türden etnik grubun barındığı, daha doğrudan anlatımla “kendi sınıfının” parçası olmak adına Yıldırım’ın gettolarında yaşama tutunmak istedi Husseın Aljasem ve ailesi. Yaşadılar, karton satarak yahut o kartonları bir sobada yakarak. Bilmeden o kartonların sonu hazırladığını! “Ah” “vah” etmeyen herhalde yoktur ölüm karşısında, hele ki toplu ölüm dahası toplu ölen çocukların yarattığı duygu halinin sardığı bunaltıcı iç sıkıntısını duyumsamayan olmamıştır, ama ne kadar?
Yalnızca Bursa’daki yangında belirmedi gerçeğin saf hali. Başkaca örnekleri de vardı. Hatırlamak gerekirse; 3 yaşında annesinin sırtına aldığı Alan Kurdi Suriyeli bir Kürt idi. Ne olduğunun farkında olmadan annesi ve kardeşiyle birlikte bir şişme botun üstünde buldu kendisini. Biz ise bir fotoğraf karesiyle tanıdık Alan Kurdi’yi. Akdeniz’de boğulan mülteci çocuk sayısı 3 binden fazla! Alan Kurdi yalnızca çarpıcı bir örnek. Zihinlerimizin dehlizlerine kazındı Alan Kurdi’nin kıyıya vurmuş hali. Yaşama tutunmak adına atıldıkları umut yolculuğu sonları olmuştu, bot batmış ve Alan Kurdi dahil bottaki herkes boğularak ölmüştü. Böyle sayısız örnek var aslında. Belki bilmediklerimiz bildiklerimizden daha çoktur. Alan Kurdi’nin kıyıya vurduğu cansız görüntüsü herkesin hafızasında yer etti, günlerce aylarca konuşuldu. Ancak Alan Kurdi kadar “şanslı” değildi Bursa’da ölen mülteci çocukları…
Alan Kurdi ile yangında ölen çocuklar arasındaki benzerliğe çevirelim gözlerimizi. Tabutlarında isimleri bile yer almıyordu, hatta pek çoğunun bir tabutu bile hiç olmamıştı. Alan Kurdi’nin görünen son hali aslında görünmeyenin de tezahürüydü. Gündemde tuttukları yer ertesi günün sınırlarına dahi ulaşamadı 1,2,3 ve 4’ün. Bu yönüyle Alan Kurdi’den daha şanssızdılar. Benzer yönleri ise kendini dayatan koşullar neticesinde kimliklerinin tespit edilemediği bir ölümle yoksulluk karşısında kaybolan bedenlerin başka bir biçimde “karaya” vuruşuydu… Gerçi Alan Kurdi’nin fotoğrafı neyi değiştirdi? diye sorsak sanırım herkesin cevabı aynı olacaktır. “Hiçbir şeyi.”
SOYLULUĞUN GÖSTERİŞLİ HALİ ‘ACIMA DUYUSU’
Somut gerçeklik karşısında öfkelenmemek gayri insani. Sırtına bir mont ayağına bir papuç geçiremeyenlere karşı duyulan acıma hissi, soyluluğun en gösterişli hali! Tabutu, fotoğrafı olmamış, çoğunun ismini dahi öğrenemediğimiz hatta nasıl öldüklerinden bir haber olduğumuz bu gerçeklik karşısında samimi karşı duruşun sınırı ne? TV önünde bir zaplamayla atladığımız gerçeği eğip bükemiyoruz. Biz görmesek, duymasak, duyurmasak da yaşanıyor. Bu kertede en başa geri dönmek hasıl oldu. Kapıdan içeriyi saran ürkütücü durum karşısında ne yaparız? Sahiden Alan Kurdi’nin fotoğrafına iç bükmek, yangında ölenlere üzülmek yetiyor mu? Sanırım yeterli değil. İnfial yaratan haller karşısında duyumsadıklarımız hızla terk ederken zihinlerimizi Alan Kurdi gibilere bir yenisi daha ekleniyor.
Türkiye’de kaç mülteci çocuk var biliyor musunuz? 2 milyondan fazla. Yer küredeki pek çok ülkenin nüfusundan sayıları daha fazla. BM raporlarına göre çocuk mültecilerden 18 binden fazlasının ise yanında bir yetişkin yok. Daha çarpıcı olanı ise Dünya’da 37 milyon çocuk savaş ve yoksulluk nedeniyle yerinden yurdundan edilmiş durumda. “Kader” ortaklığı onları görünmez kılıyor. Ötekinin ölü bedeni dahi tazyik yaratamaz. Kimi zaman siyasetin “kullanışlı aparatı” oluyorlar, kimi zaman bir sopa. Pek çoğuyla öldükten sonra tanışıyoruz. Çizgi film izlemesi gereken yaşta ancak cesetleri mevzu bahis olabiliyor. Bu da çocukların “başarısızlığı” olmasa gerek!
“Ölüme dair” şiirinde Nazım Hikmet, ne de güzel diyordu “ölüm adildir” diye fakat hemen ardında gerçek şöyle çarpacaktı suratımıza en acı haliyle…
“…ölümün âdil olması için
hayatın âdil olması lâzım”