Osman Çaklı
“Depremde iki çocuğu ve eşini kaybeden bir öğretmen, sağ kalan kızını vurup intihar etti” haberi gündemin karmaşıklığı için de yer edinmeyi başaramadı.
İşitenler, izleyenler, en çok da gidip görenler 6 Şubat sonrası deprem bölgesinin yıkıntılardan kalma olduğunu bilirler. Biz çoğunlukla vakit geçirdiğimiz Antakya’dan yola çıkarak meramımızı anlatmaya çalışalım. Depremin hemen ardından kaygı bozukluğu yaşayanlar, anksiyete krizlerine tutulanlar deprem olmayan yerlere de sirayet etti. Usul usul, günlük yaşamda silikleşen “deprem sohbetleri” gerçeği buharlaştıramıyor.
Yıkıntıların yanında-üzerinde gezerken, evvelindeki yaşamı düşünmemek imkansız. Kentte kalmış üç beş köhne duvara yazılmış “terk etmeyeceğiz” temalı ifadeler umuda işaret etse de henüz ‘normalleşmiş’ Antakya yok.
Canlı yaşamının sürmesi için bütün niteliklerini yitirmiş Antakya’nın depremden müstakil sorunları halkalar halinde birbirine bağlı. Bir avuç düş yolcusunun örgütlemeye cüret ettiği, iyi niyetlerinden sual olunmayacak çabaları takdire şayan! Ancak yetersiz.
Resmi açıklamalara göre dört bin kaybın, on binlerce ölünün olduğu Hatay’da yaşayanların çilesi fiziki olmanın ötesinde mental olarak da oldukça ağır. Evvela yıkılan yalnızca barınma ya da sosyal alanları değil. İnsan tarihinin ilk zamanlarından, günümüze kadar barınma ve sosyal alanlar bir ihtiyaçtan ileri gelmiştir. Fakat insanın mekanla kurduğu ilişkinin bu kadarıyla sınırlı kaldığını söylemek bir türden inkara girişmeye tekabül edebilir.
Mekan ve insan ilişkisi, bir arada olunan toplulukla kurulan ilişkinin anlamlandırılmasında önemli bir etken olarak kabul edilir. Özce, yıkılan anılarla birlikte toplumsal hafıza.
Depremzede bile olsanız, “makbul” vatandaş değilseniz, açıktan yahut örtülü ayrımcılığa uğramanız kuvvetle muhtemel. Kaldı ki egemen siyasal akıma göre “makbul” kabul edilmeyen Hatay, Hataylılara göre bilinçli yalnız bırakılan yerlerden. Hataylılara göre devlet, Hatay’ı cezalandırıyor. Depremi sopa olarak kullanıyor. Yani bir türden hizaya çekmeye, ‘yola getirme’ye çalışıyor. Hatay ‘yola gelir mi?’ sanmam. İrade de Hatay’ın çok kültürlü yapısını muhafaza etmek üzere gelişiyor.
Askeri aracından ve içindeki silahlı askerinden varlığını göstermeyen devlet, yalnızca ‘baba’ olan yüzünü gösteriyor. Yani isterse seviyor isterse dövüyor. Nasıl hayatta kalacağını, ölenlerin ardından nasıl hayatta kalacağını düşünüp, içinden çıkamadığı içsel yolculuğunun dehlizlerinde sırra kadem basanlarla en ufak bir temas kurmamak, en hafif tabirle kötülüktür.
Psikiyatrlar, deprem bölgesinde en çok intihar vakalarının artmasından çekindiklerini belirtiyorlar. Uyku sorunu yaşayanlar, her artçı depremde aynı travmaları tekrar tekrar yaşayanların intihara sürüklenme riskine dair bir devlet politikası neden yok? Doğrusunu söylemek gerekirse bu sorunun cevabı, bu yazıdan daha uzun olabilir. Bazı soruların cevabını biliyor olsak da sormaktan yılmamak gerekiyor.
Fiyakası mütevazilik ve misafirperverliğinden menkul Hataylılarla dayanışmak, sorunları sorun bellemek ve normalleşeceksek hep beraber iyileşmek tek çözüm reçetesi gibi duruyor. Aksi halde yukarda bahsettiğim gibi haberleri daha çok duymak ya da okumak hepimizin üstüne karabasan gibi çökmeye devam edecek.
Buradan defaatle: “Ma rıhna nehna hon”