Depremin 1. yılında Hatay: “Yeni doğmuş bebek gibiyiz”

6 Şubat’ta meydana gelen depremlerde şüphesiz en büyük yıkıma şahit olan şehir Hatay oldu. Şehirde yalnızca on binlerce insan hayatını kaybedip yaralanmadı. Kentin kimliği, hafıza ve ruhu da yerle bir oldu. Aradan geçen bir yılın ardından Hataylılar kimlikleri nedeniyle sahipsiz bırakıldıklarını düşünüyor, buna öfkeleniyor ama kenti yeniden inşa etmekte ısrar ediyor. Hataylılar tıpkı bir yıl önce olduğu gibi kendilerini yeni doğmuş bir bebek gibi hissediyor, ancak zamanla emeklemeyi, yürümeyi öğreneceklerini söyleyerek umuda sarılıyor.

Depremin 1. yılında Hatay: “Yeni doğmuş bebek gibiyiz”
Yayınlama: 06.02.2024
A+
A-

Zehra Değirmenci

Bundan tam bir yıl önce çağımızın en büyük felaketini yaşamış, bu felakete tanıklık edenlerin deyimiyle sanki İsrafil sur’a üflemiş de kıyamet o an başlamış olan, depremin ilk günleri herkesin şahsi meselesi haline gelen ancak arama kurtarma çalışmalarının sonlanmasıyla insanlarının feryatları da artık değersiz kalan Hatay’a doğru yol aldık. Bir yıl sonra merkezindeki enkazları kaldırılmış şehrin, içimizdeki enkazının da kalkması en büyük isteğimdi elbette. Çivi çiviyi söker derler, Hatay’ın acısını yine Hatay sökecekti…

***

Sisin ve tozun kapladığı, yalnızca kapalı havanın değil kimsesizliğin ve ıssızlığın üzerinde tül bir örtü gibi örtülmesiyle kasvete boğulmuş Hatay caddeleri, sessizliğin başka bir biçimiyle varlığını sürdürüyor. Upuzun, yol boyunca süren boş arazilerde herkesin öncesi/sonrası fotoğraflarıyla bildiği şekliyle yalnızca tek tük ayakta kalmış orta veya ağır hasarlı binalar, bizim için olmasa da halka kent hafızasını hatırlamakta yardımcılık ediyor. O uzun araziler boyunca belki de onlarca yıl oturduğun evinin bulunduğu arsayı tanımak bile imkansız. Ayakta kalan tek tük orta ve az hasarlı binalar sanki mahalle sakinleri geldiğinde kendi yıkılan evlerinin nerede olduğunu çıkarabilsin diye bırakılmış, benim evim şu binanın yanıydı, çaprazında diyebilsin diye. Hatay’ın merkezi olan Antakya ve Defne, sanki yeni keşfedilmiş bir toprak parçasını andırıyor. Üzerinde burada daha önce birilerinin yaşadığına ikna edecek delil çok az.

Antakya’ya gidiş yolu üzerinde sağlı sollu dizilmiş büyüklü küçüklü konteyner kentlerin önüne bir ip yardımıyla asılmış çamaşırlar, burada yeniden hayat devam ediyor diyor. Ama hayat, sadece nefes alıp vererek ve sabahı gece ederek geçiyor.

“KİMLİĞİMİZDEN ÖTÜRÜ SAHİPSİZ BIRAKTILAR”

Kente akşam saatlerinde, çok da aydınlık olmayan caddelerinden geçerek girdik. Hatay’ın karanlığı, depremde en net hatırladığım şeylerdendi. Yine o kadar olmasa da benzer bir karanlık içinden geçerek konaklayacağımız yere ulaştık. Uzun süren yolculuğun ardından Harbiye mahallesinde oturduğumuz yerde yemek siparişimizi verirken, 50’sini geçmiş Arap Alevisi garson siparişimizle ilgilenmeye geldi. Yolda gelirken insanlarla konuşurken acı hatıralarını hatırlatmamak gerektiğini biliyorduk, o yüzden insanları yeniden o günü konuşmaya zorlamayacaktık. Sipariş sırasında hangi yemek var hangisi yok diye konuşurken, garson amcamız bir anda “Ben buraya gelmeyecektim, başka şehre gittim, sonra patron çağırdı” diyerek söze kendisi girdi. Ona göre ‘buralar’ yaşanacak yer değildi, ama buranın dışarısında da yaşanamıyordu. Ankara’dan geri dönmüş ve eski çalıştığı yerde yeniden işe girmiş. O günlere getiriyor lafı, depremden sonrasına. “Bizi kimliğimizden ötürü yalnız bıraktılar” diyor. Gelmeyen yardımları, 1 yıl geçmesine rağmen çözülmeyen şeyleri anlatıyor. Bütün bunları daha yeni tanıştığı insanlara yılgın bir öfkeyle anlatıyor. “Bizim üzerimizden siyaset yapılmasın, biz zaten cehennemi yaşamışız” diyor. Konuşurken öfkeyle kalkan kolları, yorgunlukla düşüyor iki yanına.

Yemeğin ardından kalacağımız yere geçiyoruz. Ara ara Kandilli Rasathanesi’ne bakıyorum, artçı oluyor mu diye. Ertesi gün erken kalkmak için uyumaya çalışıyorum ama istemsizce deprem olur mu korkusu içimde birikiyor, uyusam da belirli aralıklarla uyanıyorum. Sonra kıyameti yaşayan insanların her gün bu şekilde uykuya dalma ihtimallerini düşünüyorum. Hataylılar cehennemi yalnızca 6 Şubat’ta yaşamamış, azabını da bugüne kadar çekmişler diye düşünüyorum.

Sabah arabayla Harbiye mahallesinden Uğur Mumcu Bulvarı’na doğru yola çıkıyoruz. Akşam karanlıkta görmediğimiz yolların yanındaki kaldırılmış enkazları, artık kullanılmayan binaları görerek yolumuza devam ediyoruz. Bulvara yaklaşmaya başladıkça üzerinde çokça ‘davalı, izinsiz yıkılamaz’ yazılı, camları sökülmüş, duvarları çatlamış, odalarının içi görünen binaların yanından geçiyoruz. Tıpkı iç savaş sonrası Suriye ya da bugünlerde hala savaşı devam eden Gazze sokaklarında geziyormuşuz gibi, hayalet bir şehirde yol alıyormuşuz izlenimine kapılıyorum.

1 YIL ÖNCE GELMEYEN İŞ MAKİNELERİ RANDIMANLI ÇALIŞIYOR

Defne’deki Gündüz caddesine ulaşıyoruz. 1 yıl önce Hatay’da bulunduğum her gün kullandığım bu yolda yüksek katlı eski binalar vardı. O günlerde yıkımın ne boyutta olduğunu biliyordum ama, bu hali karşısında şok yaşıyoruz. Yüzlerce metre uzunluktaki bu caddenin sağlı sollu yıkılan bütün enkazları kaldırılmış. Sanki bir ovanın ortasındayız da etrafımız boylu boyunca uzanan geniş tarlalar gibi. 1 yıl önce geldiğimizde Şubat soğuğunda bu caddede montumu çıkardığımı hatırlıyorum, artık rüzgarı kesebilecek bina yok. Caddenin sonlarına doğru iş makineleri çalışmalarını sürdürüyor. Kimi enkaz demirlerini çıkarıyor, kimi fore kazık çakıyor. 1 yıl önce bu sokaktaki gürültüyü yalnızca ekiplerin ‘sessiz olun, ses dinleyeceğiz’ uyarıları kesiyordu. Artık yalnızca iş makinelerinin gürültüsü var. 1 yıl önce bu sokakta insanların ağlayarak çağırdığı iş makineleri, şimdi tam randımanlı çalışıyordu işte.

Eski Antakya bölgesine gitmek için yola devam ediyoruz. Caddenin adını şimdi anımsamıyorum ama oradan bir yıl önce de geçmiştik. Sarı torbalara, battaniyelere sarılı en çok cenazeyi kaldırımlarda orada görmüştüm. Caddede hala yıkılmamış enkazlar var, çalışmalar devam ediyor.

‘KUŞ UÇMAZ, KERVAN GEÇMEZ BİR YERDESİN’

Yol boyunca yalnızca büyük bir şok yaşayarak, ‘burası gerçekten bu kadar mı yıkılmış’ diye soruyorum. Aklımda sürekli Yaşar Kemal’in “Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerdesin./ Su olsan kimse içmez / Yol olsan kimse geçmez /Elin adamı ne anlar senden?” dizeleri dolaşıyor. Ama şehir bu kadar dalgınlığı kaldırmıyor. Yollar balçığa dönüşmüş, büyük çukurlar ve su birikintileri yürümeyi zorlaştırıyor. Çamur nedeniyle yere yapışan ayakkabım çıkmasın diye bağcıklarımı tekrar sıkıca bağlıyorum, daha yolun başında her yerimiz çamura bulanıyor. Hataylılar her gün bu zahmeti çekiyor. Vızır vızır kamyonların çıktığı, geçtiği sokakta bir yandan da buna dikkat etmeye çalışıyoruz. Sonra Hatay plakalı bir araba durup ‘buradan geçmek zor, gelin bırakayım gideceğiniz yere’ teklifinde bulunuyor ama yolları görmek istediğimiz için nazik teklifini geri çeviriyoruz. Yağma ve hırsızlığın hala devam ettiği kentte yabancı olduğumuzu anladıkları için hala yardım etmeye çalışıyorlar. Bu misafirperverliği, geçen sene yakınları enkaz altındayken bile bize zorla ‘misafirsiniz’ diyerek su ve çorba ikram etmelerinden tanıyoruz.

HOŞGELDİNİZ

Antakya’nın tarihi sokaklarına geldiğimizde oranın tarihi bir yer olduğunu yalnızca çevreleri proje görselleriyle çevrilmiş restorasyon halindeki yapılardan anlayabiliyoruz. Yolda yaşlı bir amcaya çay içebileceğimiz yer soruyoruz, Uzunçarşı’yı tarif edip ‘ben de oraya gideceğim, sizi götüreyim’ diyor. Yolda giderken depremden bahsediyor, şehrin ne kadar yıkıldığından. Sonra ölü sayısının 53 bin olarak açıklanmasına hayıflanıyor. “Sadece Antakya’da o kadar ölü vardır abla” diyor. Bizi çay içeceğimiz yere götürüp garsona sesleniyor, bizimle ilgilenmesini söylüyor ve yoluna devam ediyor. Çayımızı içerken dükkanın sahibi Mehmet abi “hoşgeldiniz, hangi şehirden?” diye sorup yanımıza bir iskemle çekiyor. Buradaki herkes söze ‘biz cehennemi yaşadık’ diye başlıyor. O da öyle başlıyor ve iki evinin ağır hasarlı olduğu için yıkıldığını, deprem günü kendi oturduğu evinin de az hasarlı olarak hala ayakta kaldığını söylüyor. Kendisi köyde tek katlı ev yapmış, ailesiyle orada kalıyor. Haftada iki defa az hasarlı evine uğrasa da bugüne kadar hırsızlar üçer beşer evinden eşyalarını çalmış, 200 bin TL’lik eşyası gitmiş. Güvenlik zafiyetinden yakınıyor. Az hasarlı evinin yıkılmasını istediğini söylüyor. Neden diyoruz, “E abla ben o evde oturmam, kendi oturmadığım eve niye başkasını oturtayım?” diyor. Yıkılmazsa ne olacak deyince, “kiraya vereceğim abla, ne yapayım, mecbur” diyor. Mehmet Abi ilk başta “bizim üzerimizde siyaset yapılmasından bıktık” diyerek siyasi konulara pek girmek istemiyor. Sonra muhabbet ilerleyince önce Lütfü Savaş’a sonra iktidara sinirleniyor. Savaş’ın depremin ardından şehri kalkındırmak, yaraları sarmak için hiçbir şey yapmadığını söylüyor. Çarşının içi yağmur yağınca çamur oluyor, yağmayınca toz oluyormuş. Gelip de bu yollara çözüm bulamadığı için sinirleniyor. Esnafa ve yurttaşa verilen yardımların yetersizliğinden bahsedip, “abla bizim devletimizin gücü yok mu, kredi yerine hibe veremez miydi?” diye soruyor. Açıklanan ölü sayısını sorduğumuzda ise yan masadan teyzeler, “daha 15 gün önce ileride bir enkazdan ceset çıkardılar, ne 53 bini!” diye cevap veriyor.

Yolumuza arabayla devam edip Antakya Atatürk Caddesi’nden geçiyoruz. Geçen yıl bu caddeye durup baktığımızda yollara düşmüş enkazlar, yoldan geçip giden ekip araçları, çaresizlikle enkaz başlarında bekleyen insanlar, yükselen toz ve yangın dumanları olduğunu anımsıyorum. Şimdi yine tıpkı Defne’deki gibi kilometrelerce uzayan boş araziler ve ayakta kalabilmiş birkaç bina görüyoruz. İnsan bu kadar tarlaya dönmüş arazi görünce, keşke gerçekten sadece 53 bin insan ölmüş olsaydı diyor.

‘BU ŞEHİR ARKANDAN GELECEK’

Bir yerde yemek yiyip çay içmek için oturuyoruz. 19 yaşındaki garson Sefa bizimle ayak üstü konuşurken deprem günlerinden bahsediyor. Ama konuşurken bir yandan da ellerini ovalamasından hala daha bu konuları kolay konuşamadığını anlıyoruz. Ailesiyle önce Kayseri’ye gitmiş ama yapamayıp geri dönmüşler. Hayalete dönmüş kent gözümüzde canlanınca, “burada da yapılacak bir şey yok, orası nasıldı ki burada yapabileceğinizi düşünerek geri döndünüz?” diye sorduk. Depremden önceki hayatlarından bahsetti. Hatay’ın çok kültürlü yapısı, misafirperver tutumu, kentin kimliğinden bahsederek, “Biz burada hep birlikte, kimseyi ayırmadan yaşamaya alıştık.” dedi. Tıpkı Kavafis’in “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın./Bu şehir arkandan gelecektir.” dizeleri gibi yeni bir ülke bulamamışlar, bu şehir arkalarından gelmiş.

“SİZCE TORPİL YOK MU?”

Biz bunları konuşurken Cumhurbaşkanı’nın konvoyu önümüzdeki ana caddeden yüzlerce metrelik konvoyla geçti. Hassa’daki toplu konutların anahtar teslimi töreninden Antakya’ya geçiyordu. O ana kadar konuştuğumuz herkes, toplu konutların sahiplerinin daha önceden belirlendiğine dair şüphelerini paylaşmışlardı. Mekanın çalışanlarıyla beraber biz de kapıya çıktık konvoyu izlemeye. O sırada kendisinin koyu AKP’li olduğunu söyleyen başka bir çalışan dönüp şunları söyledi: “Allah aşkı için söyleyin, sizce torpil yok mu? Nereden biliyorlar kime çıkacağını da elden anahtar teslim ediyorlar? Ben de o kuradayım, beni niye çağırmadılar?”. Çünkü dağıtılacak evler, o an yapılacak kurayla belirlenecekti. Bizim kafede konuştuğumuz garsonlar da kendilerine ev çıkmasını bekliyordu. Adrese teslim anahtarlardan kendi paylarına düşmeyeceğini bildiği için konvoyu izlemekte yetinmişti.

***

Tamamen hayalet şehre dönen Hatay’da, insanlar da ruhunu kaybetmiş bedenler olarak varlığını sürdürüyor sanki. Yürüyorlar, oturuyorlar, çalışıyorlar, izliyorlar, konuşuyorlar ama yaşamıyorlar. Yine de şehir dışından geldiğimizi öğrenince yüzlerine yorgun ama içten bir gülümsemeyi iliştirip sohbet ediyorlar. Ancak hepsinde dalgınlık hakim. Acele etmiyorlar, güzel şeylerden bahsetseler bile neşelenmiyorlar. Hani depremin ardından birçok 4.17’de durmuş saat fotoğrafı paylaşılmıştı ya, insanların hayatları da 6 Şubat saat 4.17’de asılı kalmış. Sakin, huzursuz, gücenik adımlarla ve bakışlarla yollarda yürüyorlar.

6 Şubat gecesi kendi deyimleriyle yaşadıkları kıyametten ve sonrasındaki yalnızlıklarından büyük bir bıkkınlıkla bahsediyorlar. Bugün Hatay nedir deseler, koskoca bir yalnızlık desek yalan olmaz yani.

ŞAHSİ MESELE

E peki ne olacak? Bunca yıkımın, ölümün, kederin arasında bu insanları her gün yeniden uyanmaya ikna eden ne? Depremin ilk günlerinde Uğur Mumcu Bulvarı’nda çadırların önünde 55 yaşında bir abiyle konuşurken bana, “Kendimi yeni doğmuş bebek gibi hissediyorum. Ama bebek hayata yeni başlamıştı, ben ortasından nasıl devam edeceğim bilmiyorum” demişti. 1 yıl sonra Uzunçarşı’da esnaflık yapan Mehmet Abi de konuşmasının ortasında, “Vallahi abla, yeni doğmuş bebek gibiyiz. Önce emeklemeyi, sonra yürümeyi öğreneceğiz. Ümidimizi koruyup şehrimizi yeniden inşa edeceğiz” sözlerini söylüyor. Siyasi kimliklerinden dolayı kendilerine yardım gelmediğini biliyor ve bunu söylüyorlar. Dolayısıyla 7 kere yıkılıp, 7 kere yeniden inşa edilen bu kadim şehri, yalnızca siyasi hırslarla kalkındırabileceğini söyleyenlere karşı Hatay halkı kentini yeniden ayağa kaldırmakta ısrarlı. Çünkü Hatay, herkesten önce Hataylılar’ın şahsi meselesi.