Yeni belediyeler yasasıyla birlikte köyler kentin mahalleleri haline getirildi. Üretici köylüler, kentli tüketiciler konumuna sokuldu. Yeni durum belediyeleri, kırsal kesimdeki mevcut sorunlarla yüz yüze bıraktı. Merkezi yönetim, kendi sorumluluklarının önemli bir kısmını yerelde belediyelerin üzerine yıktı. Köylerin yol, su, üretim vb. bütünsel sorunlarına karşı belediyeler çözüm üretmek durumunda kaldı. Sonuçta belediyeler, kırsal ve tarımsal sorunlarla ilgilenmeye başladılar. 31 Mart yerel seçimlerinde büyük şehirlerin el değiştirerek muhalefetin eline geçmesi, birçok kentte “alternatif tarım politikaları” üretilerek uygulamaya konması, tüketime değil üretime, sağlıklı, güvenilir, kolay ulaşılır bir gıda güvenliği, gıda egemenliği gibi zaten öteden beri var olan tartışmaları daha güncel hale getirdi.
Merkezi iktidarın, tarımsal alanda kar için faaliyet yürüten açgözlü büyük şirketlere para kazandırmak için yaptığı bu değişikler, ülkede yaşayan herkesi doğrudan ya da dolaylı etkiledi. Bu konuda her şey konuşulup tartışılabilir ancak öncelikle yanıtlanması gereken en önemli soru şudur; Bu alanda bir tutum almak zorunda bırakılan belediyelerin hangi politikalarla nasıl bir tarım sisteminin geliştirilmesinin öncüsü ya da parçası olmalıdırlar? Bu soruya verilecek yanıtın bugünden yarına nasıl bir ülkede yaşayacağımız ve dünyadaki ekosistemin sürdürülebilirliği bakımından kuşkusuz büyük bir öneme sahip olduğu açıktır.
BELEDİYELER AGROEKOLOJİK BİR TARIM SİSTEMİNİN YAYICISI OLMALIDIR
Tarım ve Orman Bakanlığı, endüstriyel tarım politikaları izleyerek dünya devi şirketler lehine endüstriyel tarımı destekliyor ve teşvik ediyor. Endüstriyel tarım, bilindiği gibi dünyada gıda güvenliğini ve gıda egemenliğini ortadan kaldıran, sentetik tarım ilaçlarını, kimyasal gübreleri ve hibrit tohumu içeren üretim sistemidir. Yerli-yabancı tarım şirketlerinin daha fazla kar için yapılan sanayiye bağımlı tarım üretimi insan sağlığını tehdit etmekte ve sürdürülebilir olmadığından (çiftçiler ektiklerinin karşılığını alamamakta, ithalata dayalı tarım ürünleriyle ihtiyaçların karşılanmaya çalışılması tarımsal üretimi çökme noktasına getirdi) alternatif tarım üretimlerinin tartışılmaya ve pratik uygulamaları görülmeye başlandı.
Bunların içerisinde organik tarım, “iyi tarım” gibi alternatifler bakanlıkça da ayrıca teşvik ediliyor. Ancak organik tarımın, büyük şirketlerin ihracata ve zenginlere hitap etmesi ve endüstriyel tarımın bir parçası olması nedeniyle gerçek alternatif bir tarım sistemi olarak görülmüyor. “İyi tarım” ise endüstriyel tarımın denetimli halidir. İlaçların uygun dozda, kimyasal gübrelerin zaman ve miktarının uzmanlarca belirlenmiş uygulamalar olarak göze çarpıyor. Bu tarımsal üretimin çevreye zarar vermediği iddiası bağımsız uzmanlarca kabul edilmiyor. Diğer taraftan tarımdaki sanayi girdilerinin dövize indeksli olması tarım ürünlerini pahalı hale getiriyor. Kaldı ki “organik ve iyi tarım” uygulamaları çok sınırlı ve büyüyeceği de yok. Zira Tarım ve Orman Bakanlığı’nın politikası bütün bu sistemlerin birlikte, bir arada sürdürülmesinden yana. Sonuçta bu toplumsal tarım sistemi çiftçileri borç batağından kurtarmıyor. Karşı karşıya kaldığımız tarımsal sorunlara çözüm üretmediği gibi her bakımdan (tohum, ilaç, gübre vb.) kendine yeten dışa bağımlı olmayan bir tarım sistemi de yaratmıyor.
Belediyeler, agroekolojik tarım sistemini kabul ederek çalışması ve buna uygun yatırım yapması bugün ülkemizde sürdürülebilir tarım politikaları bakımından en doğru olanıdır. Agroekolojik tarım, organik tarıma indirgenemez ama onu da içerir. Yani insan ve toprakla barışık, zirai üretimi teşvik eden doğal tarımsal üretimdir.
Agroekolojik tarım, salt bir tarım yöntemi değildir. Gıda sisteminin her aşamasında ekolojik duyarlılığı olan, aynı zamanda sosyal bakımdan adil, ekonomik açıdan sürdürebilirliği gözeten ilkeler bütününe denir. Agroekoloji, doğa dostu teknik uygulamaları, sosyal adaleti, ekonomik uygulanabilir ve sürdürülebilir nitelikleriyle küçük tarım üreticileriyle büyüyebilen bir tarım sistemidir. Doğa ve insan dostu tarım, küçük ölçekli çiftçiliği ve kısa tedarik zincirini içerir.
Yoğun eleştirisini, verimli olmadığı, ihtiyacı karşılayamadığı yaklaşımlarından almaktadır. Öncelikle bilinmelidir ki bu yalan üzerinden büyük endüstriyel tarım şirketleri kendilerini meşru kılmaya çalışıyorlar. BM özel raportörü, dünya genelinde 57 tane agro- ekolojik tarım uygulamalarını 10 yıl boyunca takip ederek inceliyor. 10 yılda ortalama %80 verim artışı olduğunu belgeliyor. Sonuçta endüstriyel gıda zincirinin tarımsal kaynakların %75’inden fazlasını kullanarak dünya nüfusunun %30’undan daha azına yiyecek sağlarken küçük üretime dayalı köylü tarımı kaynakların %25’inden daha azını kullanarak dünya nüfusunun %70’inden fazlasını beslediği bilinmektedir.
Dünya köylüleri, çiftçiler, balıkçılar ve çobanların örgütü olan Via Campesina, agroekolojik tarımı takip etmekte ve savunmaktadır. Ülkemizde Via Campesina üyesi “Çiftçi Sendikaları” agroekolojik tarımı desteklemektedir. Agroekolojik, Via Campesina’nın ısrarlı çalışmaları sonucu Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) tarafından kabul edildi. Şimdiki sorun Agroekolojik tarımı, şirketlerin lehine değil, üreticilerin, çiftçilerin lehine uygulanmasıdır. Agroekolojik hem bir bilim hem bir uygulama hem de bir harekettir. Güney Amerika’da çok yaygındır. Dünyada bu konuda çok çalışmalar yapılmaktadır. Belediyeler bir plan dahilinde agroekolojik tarım sistemini yaygınlaştıran bir role sahip olmalıdır.
Doğal tarım üretiminin geliştirilmesi için çiftçilerin üretim kooperatiflerinde öncelikle örgütlenmeleri sağlanmalıdır. Gerekirse belediye bu konuda teşvik edici ve yol gösterici olmalıdır. Ne üretileceğine, nasıl üreteceğine, ne kadar üreteceğine alım garantisi olsada üreticilerle birlikte karar alınmalıdır. Üretilen ürünlerin paketlenmesi ve sürümünde belediyeler katma değer yaratabilir. Kentlerde tüketicilerle yapılacak toplantı ve istişarelerle tüketicilerin talepleri belirlenebilir. Ayrıca kentlerde sürümün sağlanması için market mantığı ile değil, ihtiyaçların karşılanmasına hizmet edecek halk bakkalları, halk dayanışma kooperatifleri kurulabilir.
Ekonomik krizin derinleşmesine sebep olan politik anlayışa bağlı olarak yerel yönetimler de rant ve borç bataklığına sürüklendi. Sürekli sermayeye servet aktaran bir yerel yönetim anlayışıyla yerel hizmetler sürdürülebilir olmaktan uzaktır. Ayrıca birçok gelişmeye bağlı olarak belediye gelirlerinin düşmesi, giderek artan halkın taleplerini karşılayamaz duruma düşmektedir. Bu eko-politik atmosferde belediyeler biraz nefes alıp çalışmalarını sürdürülebilir olması bakımından halktan yana sınıfsal tercihleriyle tüketici değil üretici belediye anlayışı gereği; hem ekonomik, sosyal sorunları çözmeye çalışmalı hem de özelleştirmelere karşı kamu politikaları geliştirerek, halka ucuz, belediyeye gelir getiren, kamusal nitelikli hizmetlere öncelik vermek olmalıdır.