*Burkay Avcı
Ferdinand Celine’ e ait olan bu pasajı ilk defa Hakan Günday’ın bir kitabında
okumuştum. Depremde çöken binaları gördüğümde bu sözü düşündüm. Evet, bu söz en
gerçekçi halini ancak bir enkazın altında alabilirdi.
Sahi, Nietzschevari bu romanlar ve elbette Nietzsche, niye bu kadar okunuyor? Toplumun
vasat olmasından dolayı, onun vasatlığını anlatan bu kötümser yazın. Hayır, toplumun
vasatlığını konuşmak bu kitapları okumak anlamına gelecektir. Bunu söylemek kolaydır. Bu
önerme oldukça totolojiktir, zaten toplum da totolojiktir; toplum toplumdur. Burada vasat
olanın Nietzsche felsefesi ve bu romanlar olduğunu söylemek daha doğru olurdu. Gayretsiz
bir kötümserliğin propagandasını yapan bu düşünceler, daha doğrusu gayretsizlik. Tüm suçu
topluma atan, sorumsuzluğa çağrı. Cevabı toplumun en küçük yapısı olan bireyin kendi
başınalığında arayan, çelişkili bir çağrı. Nietzsche “her şeye kocaman bir evet” diyor,
doyumsuz bir olumlama bu. Ona, onunla cevap verelim:
-Bu bardak var.
-Evet, var.
-Peki.
Tamam da Nietzsche’den bize ne?
Felsefe Platon’la başlar, Aristotales’le biter. Ya da Eyüp’de yaşasa da buralı olmayan ihtiyar
Ö’den duyduğum gibi, bütün batı felsefesi Platon’a düşülmüş notlardan ibarettir. Aklın
araçları değişmediğine göre, mantık, matematik; aklın değişiminden nasıl söz edilebilir ki?
Aklın gelişimi, devrimi veya evrimi mümkün olabilir mi? Şimdi kılları ağarsa da Fransa’nın
düşün dünyasındaki önemli isimleri belki de bu yüzden kültür devriminden bu kadar
etkilenmişlerdir. Bir an durup 1827 yılında Aden’in bir köyündeki bir teyzeyle aynı
düşündüğünü, düşün. Bu doğru olurdu. Aklın araçları aynı ve değişmemiştir. A noktasıyla B
noktasını çok hızlı trenlerle bağlamamızın bir önemi kalmıyor o vakit, A ve B noktalarını aynı
şekilde tanımlıyoruz. Dolayısıyla günümüzün insanları da benzer kötümserlik, benzer kaygılar
içerisindedirler.
Peki,
Bir bardağın olması neyi değiştirir ki? Varlık problemiyle uğraşıp ona “koca bir evet”
demenin anlamsızlığı da burada yatıyor. Bu yanında topluma da koca bir evet demek
anlamına geliyor. Topluma koca bir evet! İşte burada popülizmle karşılaşıyoruz, topluma
seslenen onun kabul eden fakat değiştirme gayretinin olmadığı, popülizmle.
Muharrem İnce ve Nietzsche arasındaki ilişki tam burada başlıyor, toplumun tüm
marazlarını kocaman bir evet! Erdoğan ve tüm popülist liderler için de geçerli bir durum,
toplumu marazlarından, eksiklerinden yakalayıp; oradan örgütlemek. İnce taraftarları için
zombi yorumu yapılmıştı, AKP’lilere trol deniyor. Konu popülizm olunca taraftarlarının
çirkin, biçimsiz gösterenlerle anılması doğal karşılanmalı. Bu bir bakıma bu kitleyi anlatıyor
fakat tersine popülizmi kullanarak, dolayısıyla bu dil biçimsizliği aşamıyor.
Nietzsche’nin yaşamanın kapitalizmin ilk ve uzun buhranına denk gelmesi tesadüf mü? Hitler, Mussolini ve Erdoğan. Hepsi farklı buhranın mikropları olarak tarih sahnesinde yer alıyor. Hepsi de parlamenter demokrasinin kapitalist krizle iç içe girdiği, tarihsel uğraklarda
yaşayabilen canlılar. Koalisyonlar, savaş ve çılgınlık dönemlerine eşlik ediyorlar. Bunu
derken toplumla iç içe bir tarif yapmak en doğrusu. Mikrop dışardan da gelebilir fakat, ancak!
barınabileceği bir organizma varsa hayatta kalabilir. Yani toplumu “çürüten” yalnızca
mikrobun kendisi değil bilakis onu üreten ve yaşamasını sağlayan dünya düzeni. Bu
“dekadans” ilan edenlerin karışışında bir şey çünkü onlar yozlaşmayı dışsallaştırma
eğilimindedirler ve çoğunlukla bir çözüm önerisi, umut ışığı barındırmazlar. Bunlar, başta
eleştirilen Nietzsche söylemini sol mahallede üretenler. Tüm bunlara karşın en samimi duygu
utanmak olacaktır. Egemenlerin tüm yaptıklarına karşın “yurttaş olmaktan utanmak”.
Faşizmin tüm tahribatı ve yüzsüzlüğüne karşın utanmak. İşte sol bu utançla gidiyor seçimlere,
devrimci bir utançla fakat utangaç bir şekilde
Peki, çürüyen ne? En başında milliyetçilik geliyor. Ne olduğu ne olacağı kolay kolay
anlaşılamayan bir milliyetçilik. Devletlerin kendilerini konsolide ettiği yer olarak
milliyetçilik. Bu yaranın kapanmayacağı, üstüne üstlük buradan derinleşeceği açık. Tüm
dünyada artan bir fenomen olarak varlığını hala koruyor. Göçmenler, düşkünler, mezhebinden
olmayanlar üzerinden kendini yeniden üretiyor ve oldukça dayanaksız bayağı argümanlarla.
Bugün milliyetçi kesilen yarın kendini inkar edebiliyor. Elinde topuzuyla kendinden daha
beyaz insanları kovalayan barbarlığın, milliyetçilik gibi kendi dilinden olmayan insanları
öldüren barbarlıktan daha samimi olduğuna inanıyorum. Soykırımı, işkenceyi kınayan fakat
bir yandan sürgünü, tecritti, askeri operasyonla öldürülen sivilleri alkışlayan bir milliyetçilik
bu. Milliyetçiliğin en bayağı biçimi Ümit Özdağ gibi garibeler tarafından üretilip, Erdoğan
gibileri! tarafından pazarlanıyor. Devlet ve devletçiler, milliyete sarılmak zorundalar çünkü
“bu organizmanın” yaşamak için bu hastalığa ihtiyacı var. Dolayısıyla ileride yeniden
üretilerek ve katmerleşmiş bir şekilde, Akşener sözcülüğünde; devletin resmi hastalığı olarak
zerk edilecektir. Devlet ve devletçilik akıl olarak sözde tüm toplumun selameti için “devleti”
savunur. Depremde susan ve ardından Millet İttifakından ayrılan sonra geri dönen Akşener
bunun temsilcisidir. Hem AKP’den kurutulup hem de sermaye kesimlerin çoğunluğuyla
uzlaşabilecek üstelik bunları bürokraside sınırlı değişimler yaparak, gerçekleştirebilecek bir
aktör Akşener. Burada akla şu soru geliyor, egemenler onun olmadığı bir iktidara izin
verebilir mi? Bana öyle geliyor ki geri dönecek bir AKP’den çok İYİ Parti’nin iktidardaki yeri
geleceğin tartışma konusu edilmeli. Yaranın neden kabuk bağlamayacağından söz etmişken,
çürüyen başka yerlerimiz neler? Laiklik, yolsuzluk, yoksulluk… Hepsini saymaya ne gerek
var halk acısını hissediyor zaten.
Yıkılan her rejimi bir enkazda görebilirsiniz. Çernobil, Hatay… Rejimlerle birlikte
nesnelerde, şehirlerde çürüyor. Enkaz devlettir. Altında yaşamaya çalışanlar bizleriz.
Platon’un mağarasından farklı bir alegori bu, herkes her şeyin farkında fakat çıkamıyor,
oradan çıkaracak kurtarma ekipleri ortalıkta yok ama tırnaklarımız var.