Bugünlerde Alman yönetmen Christian Petzold’un sinemalarda izleyebileceğiniz harika bir filmi bulunuyor. Afire, Baltık Denizi kıyısında bulunan bir orman evinde 4 arkadaşın birbirleri ile olan ilişkileri ve yaklaşmakta olan orman yangınları üzerinden insana dair çelişki hallerine güzel bir ışık tutuyor. Dikkat! Bir sonraki paragraf itibariyle spoiler içerir!
Filmimizin esas oğlanı, arkadaşı Felix ile yarım kalan kitabını bitirmek için tatile çıkan genç ve yeteneksiz yazar adayı Leon. Yetenekten yoksun olduğunu kendisi de içten içe biliyor. Planı, yalnız kalabileceği bir ortamda kitabını tamamlayıp yayıncıya iletmek. Ancak Mike Tyson’un da dediği gibi “Ağzının ortasına yumruğu yiyene kadar herkesin bir planı vardır!”
Kahramanımız Leon, evde tek başlarına olmayacaklarını öğrendiğinde ilk darbeyi alıyor. Sonrasında da darbelerin ardı arkası kesilmiyor. Önce evdeki diğer insanların birbiriyle kurduğu ilişki içerisinde kompleksleri yüzünden kendisine bir yer bulamıyor. Kendi küçük dünyasında sandığı insan olan Leon, öteki ile her temasa geçtiğinde hakikat yüzüne tokat gibi çarpıyor. Tüm bu eksiklikleriyle çarpışma ve üstesinden gelme cesaretsizliği, onu daha da yalnızlığa sürüklüyor. Hiç değilse yalnız kaldığında, olduğunu sandığı adam olabiliyor.
Leon aslında kendisi ile ilgili kendi mitosunu kendi içerisinde yaratmış bir karakter. Kitap yazan entelektüel bir adam, içsel sancıları sıradan insanın çok ötesinde olan bohem biri. Bu mitosa yaslanarak hem insanlardan soyutlanmasını bir temele dayandırırken, hem de yeniden kendisini soyutlamanın gerekçesi olarak işlevsel kılabiliyor. Kendi mitosuna göre o derece önemli bir kitap yazıyor ve bunu bitirmek için öylesi bir yalnızlığa ihtiyacı var ki, Felix’in çatıyı tamir etmesi için ihtiyacı olan 1 saatlik yardım talebine bile cevap veremiyor.
Fotoğraf portfolyosu oluşturmak için çalışan arkadaşı Felix’in aksine Leon, kitabıyla ilgili hiç kimsenin fikrine ya da yorumuna başvurma gereği duymayacak kadar kibirlidir. Ancak bir süre sonra yoğun duygularının da itkisiyle Leon, kendisi için sadece bir dondurmacı olan, fakat aslında edebiyat alanında tez yazan Nadja’ya kitabını okutmaya karar veriyor. Hiç beklenmedik bir şekilde kitabının işe yaramaz olduğu geri bildirimi, Leon’u derinden sarsıyor. Kafasını kendi kulübesinden çıkarır çıkarmaz yine hakikat yüzüne tokat gibi çarpıyor. Kendi hakkında yarattığı mitos, öteki ile her temasa geçtiğinde bir daha duvara tosluyor. En sonunda da, duvarda asılı duran tüfeğin patlamasının kaçınılmazlığı gibi yaklaşan yangın, kahramanlarımızın bulunduğu bölgeye geldiğinde, yangınla eş zamanlı olarak pek çok şey de küle dönmüş oluyor.
Filmin yönetmeni Chirstian Petzold vermiş olduğu bir röportajda, perde de göstermese bile her karakter için kafasında bir biyografi oluşturduğunu ve Leon’un da Avusturya’lı işçi bir ailenin yatılı okulda okuyan çocuğu olarak kafasında oluştuğunu söylüyor. Sanatla uğraşan kişilerin yüzde sekseninin varlıklı ailelerden geldiğini, dolayısıyla sanatla uğraşan ve işçi sınıfı kökenli ailelerden gelenlerin bundan utanç duymasından dolayı bir savunma mekanizması olarak katı insanlara dönüştüğünü ifade eden yönetmen, filmdeki Leon karakterinin dünyaya karşı negatif bakışında bir sınıf bilinci (sınıf kini daha doğru olurdu) olduğunu ifade ediyor.
Ben bu yorumun biraz zorlama bir yorum olduğunu düşündüğüm için, filmi büyük çoğunlukla bireyin öteki ile kurduğu ilişki üzerinden okumayı tercih ettim. Hayatla sınanmamış fikirlerin, kendi gibi olmayan ile temas etmenin bilinmezliğinden kaçınmanın, sıkı sıkıya tutunduğumuz doğruların yanlış olabilme ihtimalinden kaçmanın bireyi ne derece sığ sularda tutabileceğini, olağanca çarpıcılığı ile yansıtıyor Afire.