Kurbağa Prens masalını neredeyse herkes şöyle bir belleğini zorlasa muhakkak hatırlar. Kısaca hatırlatacak olursak; prenses bir gün oyun oynarken topunu suya düşürür, aniden bir kurbağa belirip topu kendisine geri vereceğini ama bunun için arkadaş olmaları şartını koşar. Prenses ‘tamam’ deyip topu alır ancak sözünü unutur. Kurbağa daha sonra prensesin yoluna çıkarak verdiği sözü tutmasını ister, prenses mecburen kurbağayla arkadaş olur. Gel zaman git zaman arkadaşlıkları devam ederken kurbağa bir gün zıplarken ayağını yaralar, prenses kurbağayı öper, kurbağa bir anda yakışıklı prense dönüşür ve aslında bir büyücü tarafından lanetlendiği ortaya çıkar. Bilindik bir son olarak evlenip sonsuza dek mutlu yaşarlar.
Benzer bir anlatı Güzel ve Çirkin masalında da işlenir. Güzel kızın babası bir gün çeşitli olaylar sonucu “Çirkin”in sarayına girer. Saraydan kızının kendisinden istediği gülü alır ve Çirkin’e yakalanır. Çirkin de bu bağışlanamaz suçun kefareti olarak babadan kızını ister. Babasını müşkül durumdan kurtarmak isteyen kız bu talebe rıza gösterir ve Çirkin’in sarayına yerleşir. Gel zaman git zaman Güzel kız Çirkin’in içindeki güzelliği fark eder, ona ilan-ı aşk eder. O sırada ölüm döşeğinde olan Çirkin de kızın gerçek sevgisi sonucunda ölümden kurtulur, hatta yakışıklı bir prense dönüşür. Burada da bir cadının Çirkin’i lanetlediğini görürüz ve hikayenin sonunda iki tiplemenin evlenerek sonsuza dek mutlu mesut yaşadıklarını öğreniriz.
Her iki masalda da aslında gördüğümüz, sevgi ve anlayışın önyargıları yıkabileceği ve insanların gerçek değerlerini ortaya çıkarabileceğidir. Sevgi ve sadakat, güçlü bir bağ oluşturabilir, zorlukların üstesinden gelinmesini sağlar. Yani çirkin erkekleri sevin, güzelleşirler. Kötü erkekleri sevin, iyileşirler. Güzelleşmenin ve iyileşmenin yegane kuralı ise, yeterli ve saf sevgidir. Oysa her iki masaldaki iki erkek tiplemesinin ortak özelliği de belirli şartlar ve zorunluluklar altında kadının yanında olmayı veya onu yanında tutmayı zorunlu kılmışlardır. İyileşmek ya da güzelleşmek, masallarda kötü veya çirkin, kalbinin üstüne tül örtü gerilmiş ve içindeki sevgisini derinlere hapsetmiş erkeklere mahsus üstelik. Biz hiç yeterince sevildiğinde kalbindeki kötülükten özgürleşen cadıya da denk gelmeyiz ne hikmetse.
Bir kadın tarafından yeterince sevildiğinde iyileşen erkekleri yalnızca masallarda değil, dizilerde de görüyoruz pek tabi. Klişeleşmiş senaryoların vazgeçilmezidir, aksi ve asabi erkek ilk sahnede başrolümüz olan güzel kızla barbar bir tanışma gerçekleştirir. Sonraki sahnelerde bu erkeğin diğer insanlarla olan ilişkilerinde de benzer barbarlıkları görürüz. Sonrası işte bildiğimiz hikaye, küçücük anlarda kız O’nun içindeki sevgi ve merhameti görür, bunu ortaya çıkarmak için mücadele eder ve nihayet aynı son, sonsuza kadar mutlu evlilik.
Bu basit anlatı, hepimizin kanına çeşitli kitle ikna aygıtlarıyla sürekli ve hiç de fark ettirmeden damardan verildi. Bu aygıtlar kötü erkeklere karşı blokaj uygulamasını değil, onları yeterince sevince iyileştireceğini öğretti. Kural çok basittir; itaat et, sev, zaman tanı, iyileşeceğine inan ve sonra onu inandır.
Toplumda birçok kadın, kanında bu patolojik kahramanlık ilacıyla yaşamaya devam ediyor. Yoksa, Aleyna Çakır’ı öldürdüğü ayan beyan ortada olan Ümitcan Uygun’un tutuksuz dolaştığı günlerde açtığı Instagram canlı yayınlarında onunla birlikte olmak istediğini mesajla bildiren kadınları nasıl açıklayabiliriz? Ya da kadınları öldüren seri katillere hapiste mektup gönderip, bir kez de olsa beraber olmak istediğini belirten kadınları nereye konumlayabiliriz? “Çünkü Ümitcan iyileşebilecek bir çocuktu. Çünkü Aleyna onu yeterince severek içindeki gerçek sevgiyi ortaya çıkaramadı. Oysa ben bi’ seversem, bu çirkin ve kötü çocuğu iyileştirebilirim.” Kötünün sadece sizi sevmesi iyi ve değerli hissettirmesin. Sadece size kadar olan sevgi, sevgi değildir. “Herkese mermi, sana papatya” diyen birinin, siz de herkesleşince ortaya çıkacak olan gazabını erken fark etmek gerek.
Burada teşhisi doğru koymalıyız. Ortaya çıkan bu patolojik durum, kötü adamı iyileştirmeye çalışan kadının münferit davranışı değil, altında toplumsal bir gerçek yatıyor. Bu gerçeği de kadınlar değil, ataerki ve onun ikna aygıtları yaratarak her gün yeniden üretiyor. Dolayısıyla, bugünlerde kadın düşmanı tipolojinin sembolü haline gelen tas kafa tıraşlı adamlardan şiddet gören ya da onlar tarafından öldürülen kadınların arkasından, “eh be ablacım, 50 kere dedik şu adamlardan uzak durun” demek kolay. Bu söz bize dolaylı olarak su testisinin de su yolunda kırılacağını kabul ettiriyor. Oysa su testisi su yolunda kırılmıyor, siz testileri taşlık alanlara ataerki-medya-iktidar dili ile itiyorsunuz.
Erkeklerin sevgisi ve bir gün iyileşebilme ihtimalleri her yıl yüzlerce kadının -artık ortak kaderimiz haline gelmiş olan- ölümüne neden oluyor. Anıt Sayaç her gün en az +1 yazıyor. Kadınlar için ölümün çeşidi bin bir türlü. Sokakta yürürken samuray kılıcıyla öldürülmek distopik bir kurgu değil, olası bir ihtimal. Önce bir kağıda karakalemle çizilen, sonra da birebir gerçekleştirilen cinayet fantezilerini tam da bugünlerde ‘hassas içerik’ hashtaglerinde bütün detaylarıyla okuyup izliyoruz.
Ancak yine de bu tehlikeli ormanda yapabileceğimiz şey var; kötü, ıssız, tenha olandan uzak durmak. İçgüdülerimiz bir günde oluşmadı, kadınlığın ortak mirası ve biz de vakti gelince ondan nasibimize düşeni içimizde hissetmeye başlıyoruz, bu hisse güvenelim. Önyargılar her zaman kötü değildir.
Her kadının, özellikle de genç kızkardeşlerimizin dönüp dönüp şu soruyu sorması gerekir: Ben bir erkeği iyileştirip, içindeki cevheri ortaya çıkarmak ve onun kahramanı olmak zorunda mıyım? Hayır. Ümitcan iyileşebilecekse eğer, bunun sorumluluğu bizde değildi. Bırakalım kötülerin tedavisini psikoloji bilimi, ıslahını yargı makamları hallediversin.
Kurbağa Prens çirkindi, Çirkin Kral kötüydü. Bazı şeyler bu kadar netti. Onların sonunun mutlu bittiği fantezi senaryoları bizim hayat sinemamızın herhangi bir yerine işaret etmiyor. Bizim hikayemizi her yıl açıklanan kadın cinayetleri raporları özetliyor.