Kapitalizmin Sınırları ve Çevre Krizi

Yayınlama: 20.09.2024
A+
A-

İnsanlık tarihinden bugüne kadar hiçbir toplumsal sistemde, zenginliğin sahibi güçler daha fazla biriktirmeye, ardından daha fazla ihtiyaç yaratarak daha fazla üretmeye ve daha fazla satmaya teşvik eden bir kar hırsıyla hareket etmedi. Nükleer silahları ve nükleer enerji gibi tehlikeli bir teknoloji geliştirmedi. İlk defa bir toplumsal sistem, eşi benzeri görülmemiş bir biçimde eko sistemi bozuyor ve küresel ölçekte insana ve doğaya tehdit oluşturuyor.

Ekolojik kriz olarak kavramlaştırılan bu olgu, insanın çevreyle olan ilişkisinin tarihsel krizidir. Bunun temel nedeni, bir tarafta zenginliklerin ve aşırı tüketimin diğer tarafta yoksulluğun ve yetersiz beslenmenin çoğalmasına neden olan aşırı maddi üretimdir.

Britanya Hükümetinin talebi üzerine iklim değişikliği ekonomisi üzerine 30 Ekim 2006’da yedi yüz sayfalık rapor hazırlayan Nicholas Stern, “piyasa ekonomisinin şimdiye dek görülmemiş ölçüde büyük ve derin bir başarısızlık yaşadığını” anlatmaktan kaçamıyor. Ama sorunun çözümünü piyasa ekonomisinin daha da genişlemisiyle zararların giderileceğinden söz ederek hiç kimsenin anlamayacağı bir davranış sergiliyor. Bugün artık küresel ısınmanın ve ekolojik çürümenin sorumlusu piyasa ekonomisinin ta kendisi olduğunu kesin bir dille ifade etmeliyiz. Bazı bilim insanları tarafından “geri döndürülemez ekolojik çöküşü önlemek için” yirmi beş yılımız kaldığı ifade edilmekte. Ama aynı zamanda bunun iyimser bir rakam olduğunu belirtenler de var. Geri döndürülemez bir “yol ayrım”ına varılmasına kapitalist dünya içinde bir on yılımız kaldığına dair daha güçlü kanıtlar olduğunu da belirtmek gerek. Bilim insanı Ali Demirsoy, “2035 Sonun Başlangıcı” kitabında ‘Böyle giderse yok oluşa çok zamanımız kalmadı. 2035 yılından sonra alınacak tedbirlerin hiçbir işe yaramayacağı anlatmakta. Bitki ve hayvan türlerindeki azalma, çölleşme, ormansızlaşma, hava ve su kirliliği/azlığı, toprağın bozulması, kronik gıda krizi, petrol ve petrol ürünlerinin tüketimlerinin artması, okyanuslardaki eko sistemin bozulması, kutuplardaki buzların erimesi vb. bugün artık çift haneli rakamlarla ifade edilmektedir. Kapitalizm, kendisini sürdüremiyor ama teslim de olmuyor. Bugün her zamankinden daha çok yaşamın reformcu değil, devrimci çözümler dayattığı açıktır. Günümüz çevreciliği, ağır çevresel sorunları yaratan mevcut iktisadi sisteme karşı olmadan ekonomisinin gezegen üzerindeki etkilerini azaltmaya yönelik paketler içeren reformlara yönelmiştir. Bilinmelidir ki “çevresel sorun” dediğiniz şey ekonomik politik problemden başka bir şey değildir. Önerilen en radikal reform paketleri bile yeryüzünü korumaktan uzaktır. Çünkü kapitalist düzen içindeki bütün planları belirleyen başat yaklaşım, üretim ve karlılığın sürekli kılınmasından ibarettir.

 Eğer bugün ekolojik bakımdan bir “karar anı”yla karşı karşıyaysak kapitalizmin, doğa ve insan üzerindeki etkilerini baştan sona hepsini ele almalıyız. Bu sorunlardan birini –örneğin iklim değişikliğini- diğer sorunların bütününü ele almadan çözmemiz mümkün değildir. Zira ekolojik krizler, kimi bakımlardan farklılıklar gösterse de temelde aynı sebeplere dayandığı bilinmektedir.

SERMAYE GEZEGENSEL YIKIMDAN KAR SAĞLIYOR

Bugünün sermaye sahipleri ekoloji krize neden olan sebepleri ortadan kaldırmayı değil, onlardan kar sağlamayı önlerine koymuşlardır. Foster’e göre “onlara göre sistem piyasa verimliliğini doğayla ve doğanın yeniden üretimiyle uzlaştırarak yeni bir ‘sürdürülebilir kapitalizmin’ yaratılmasını sağlayabilir ve genişlemeye devam edebilir. Gerçekteyse bu görüşler, gezegensel bir yıkımdan kar sağlamaya yönelik yenilenmiş bir stratejiden ibarettir.” demektedir.

Gerçekten eko sistemin bozulması sonucu ortaya çıkan doğal kıtlığın artmasını sermaye fırsat olarak görmektedir. Tüm insanlığa ait ortak malları özelleştirip, metalaştırarak doğal çevrenin bozulmasında etken olan nedenleri yeryüzüne yayarak krizi derinleştirmektedir. Bunun en güzel örneğini suyun özelleştirilip ticarileştirilmesinde görebiliriz. İçme sularının kirlenmesi ve kuruması sonucu beliren su kıtlığı, sermaye için yatırım fırsatı yaratmakta giderek daha fazla hızla azalan suyun satışından elde edilen karlar sermayeye zenginlik katmaktadır. 1998’de Paris’te yapılan konferansta, hükümetlerin su kıtlığı sorunlarını çözmek için suyun kullanımı ve hakları konusunda suyun piyasaya açılarak yüzlerini “büyük çok uluslu şirketlere” dönmesini önermesi şaşırtıcı olmasa gerek. Küresel su devi Suez’in CEO’su Gerard Mastrallet şöyle demektedir: “Su verimli bir üründür. Su normalde bedava olan bir üründür ve bizim işimiz onu satmaktır. Öte yandan su yaşamak için mutlak anlamda elzem bir üründür. Başka giderek kıtlaşan su kaynaklarının özel zenginlik adına tekelleştirilmesinden başka nerede, fiyatların ve hacimlerin, çeliğin aksine ender biçimde düştüğü bütünüyle uluslararası olan bir iş alanı bulunabilir.” Tarım ve Gıda Örgütü (FAO)’un raporuna göre dünyadaki su kaynakları gerekli önlemler alınmadığı takdirde 2048 yılında çökecek denilmektedir. Ülkemizin durumu ise oldukça kritik bir noktadadır. Su kaynaklarının yarısından fazlasını kullanmaktadır. 2030 yılına kadar tamamını kullanmaya başlayacaktır. Yeterli önlemler alınmadığında su sıkıntısı çeken ülkeler arasında olacaktır. Özellikle büyük şehir olan illerde suyun ticarileştirilerek köylere doğru yaygınlaştırılması krizi derinleştiriyor.

Kıtlıktan kar elde etme fırsatı sunan yalnızca su değildir. Gıda ve yakıtta da aynı şey geçerlidir. Dünya petrol rezervlerinin önümüzdeki 50-60 yıl içinde dünya yakıt ihtiyacını karşılayamaz olacağının görülmesi, –ucuz petrol döneminin kapanması- tarım sektöründe gıda ürünlerinin üretiminden, yakıt ürünlerinin üretimine doğru bir yönelime neden olmuştur. Biyo yakıt üretmek için tarım alanlarının gıda aleyhine daralması, gıda fiyatlarının artmasını tetikliyor. Şimdi den Dünya Bankasının açtığı ve teşvik ettiği kredilerle, Britanya Adasının sekiz katı büyüklükle tarım arazisi dünyanın çeşitli ülkelerinde sermaye tarafından satın alınarak gıdadan ve yakıttan para kazanma, yüksek karlar etme hesapları yapılıyor. Satın alınan toprakların %40’ında gıda ürünü, %60’ında Biyo yakıt üretmek için ayrılmış. Bugün bu topraklarda gıda ürünleri için tarım yapılsa dünya da bir milyar insanın karnı doyacak. Örneğin bugün Etiyopya neden aç? Çünkü topraklarının önemli kısmı uluslararası sermayenin elinde. İnsanlık trajedisi olarak baş gösteren açlığı, derin ekolojik krizi çözmek istiyorsak yapılması gereken gayet açıktır: Kendilerine ait olan toprakları Çiftçilere geri verin ve tarımı ve tarım ürünlerini uluslar arası rekabetten kurtarın. Bunu sermaye yapabilir mi? Bu mümkün müdür?

Yine karbon salınımında ortaya çıkan karbon ticaretinden karlarını artırmaya yönelik yapılan karbon emisyonu planlarında aynı şey görülmektedir. Bu politikaların karbon salınımını azaltmadığı aksine artırdığının görülmesine rağmen yapılmaya devam edilmektedir. Sermayenin çıkarları, hayatın yaşamsal koşullarını korumak konusundaki kamusal çıkarların önüne geçmektedir. Karbon ticareti, kirlilik yaratan ülke ve şirketlerin kirlilik yaratmasına olanak sağlıyor. Nicholas Stern aynı raporda çözüm olarak; “Emisyon ticaretinin temeli, emisyon sahiplerine mülkiyet hakkı vererek emisyon alışverişi yapılmasına izin vermektir.” diyerek herkese ait olan gökyüzünü, büyük şirketlerin kirletici çöplerini dökecekleri yer olarak atmosferi özelleştirmek oluyor. Larry Lohmann, Kyoto Protokolü’nde, ABD kirlilik ticareti programlarında ve AB Emisyon Ticareti şemasında iklim değişikliği ve küresel ısınmaya karşı piyasacı çözüm yaklaşımlarını “mülkiyet haklarını” eski tarihlerden beri kirlilik yaratan bir takım zengin ülkelerden ve şirketlerden oluşan “elit bir gruba” bedava verilmesi olduğunu yazdı. Temiz Kalkınma Mekanizması (TKM) adı verilen Kyoto Protokol unun 12. Maddesi gereğince 38 Endüstri ülkesine emisyon hakkı verilmiştir. Aynı dayanaktan dolayı AB, 11428 sanayi tesisine karbon emisyon hakkı tanıdı. Ekolojik bakımdan karbon ticareti hiçbir işe yaramayan yanıltıcı bir çözüm olduğu daha açık anlaşılmaktadır. TKM, yaşamı niteliksel olarak geliştirecek alanlara yatırımı öngörmüyor. Aksine dünyayı kirleten sektörlere, parasını ödemek koşuluyla dünyayı kirletme hakkı vererek daha çok para kazanmalarının önünü açıyor. Başta otomobil, çelik sünger demir fabrikaları, kömürle çalışan enerji santralleri – ülkemizde de önümüzdeki önümüzde ki yıllarda kurulması düşünülüyor – petrokimya tesisleri, kimya fabrikaları, çimento sanayi, kâğıt sektörü vb. TKM’na dâhil ediliyorlar. Daha sağlıklı bir çevre için sürdürülebilir bir teknoloji ve üretim faaliyetlerine TKM’ndan hiçbir kredi ve teşvik söz konusu bile değil. Kirletmeyen ülkelere değil, kirleten ülkelere kredi verilerek temiz hava kıtlığından doğan çok önemli bir sorundan büyük şirketlerin büyük kar sağlamaları temin ediliyor. Bu şekilde dünyayı kirleten şirketler, iklim değişikliğinin bedelini yoksul ülkelere ve yoksul insanlara yıkıyorlar. ülkemizde Hidroelektrik Santrallere (HES) yapılan yatırımlar bu çerçevede değerlendiriliyor. Karbon salmayan bir alan olarak değerlendirilerek inanılmaz krediler açılıyor ve bütün şirketlerin iştahını kabartıyor. HES’ler bulunduğu yerin eko sistemini derinden bozmakta canlı yaşamı sürdürülemez boyutlara taşımaktan dolayı HES’lere karşı mücadeleyi kaçınılmaz kılıyor.

  Önümüzde ki dönemde güneş ve rüzgârdan (her ikisi de başat yenilenebilir enerji kaynağıdır) elektrik enerjisi üretip satmak için sermaye ye, Ege’de ve Güneydoğu’da AKP eliyle devlete ait tarım arazileri tahsis ediliyor. Şimdi den “yeşil yatırım” olarak lanse edilen sermaye yatırımları çok ciddi çevre sorunları yaratacağı beklenmektedir. Elektrik enerjisinin, insani ihtiyaç olarak bedava verilmesi ve bu kaynakların, “yenilenebilir” ve “sürdürülebilir” niteliği kazanabilmesi ancak enerjinin kamusal alana bağlanabilmesiyle mümkündür.

  2004’de bir grup uzmanın Avrupa komisyonuna sunduğu raporda güneye bakan tüm çatıların fotovoltaik panellerle kaplanması halinde enerji ihtiyacının karşılanacağını yazmaktadır. Fransız Ulusal Güneş Enerjisi Enstitüsü bu konuya yer vererek hemen itiraz eder: “Demek ki devasa bir potansiyel var ama tüm çatıları güneş panelleriyle kaplamak mantıklı görünmüyor.” Neden görülmüyor? Çünkü bu biçimiyle kamusal bir enerji sistemi gerçekleştiriliyor. Sermaye kar hırsının dışında kalan hiçbir şeye tahammül edemiyor ve ilgisiz kalıyor.

  Aynı şekilde küresel ısınma, çölleşme, bitki ve hayvan türlerinde azalma sermaye için gizliden gizliye kar için bir fırsat, bir olanak olarak değerlendirilmektedir. Bunun en çarpıcı örneği geçtiğimiz yıllarda Çin’de yaşandı. Aşırı kömür kullanımından dolayı kirlenen havaya çözüm olarak sermaye, 10 milyon adet temiz hava kutusu üreterek piyasaya sürdü. Tanesi bir liradan satılan temiz hava doldurulmuş kutular kısa sürede tükendi. Sermaye sahiplerinin, havayı kirleten nedenleri ortadan kaldırmak yerine, temiz hava kıtlığından para kazanmayı tercih ediyor olması “kar İlahları”nın insani ve doğayı hiçe sayan, görmezden gelen en bariz çözüm örneğidir. Sonuçta John Bellamy Foster’in deyişiyle, “Küresel ekolojik krizin yaşandığı çağımızda egemen değerlendirme tarzı, kapitalizmin, gezegenin imhasından kar elde etmesine neden olan toplumsal ve çevresel değersizleştirme tarzının gerçek bir yansımasıdır.”

KAPİTALİZM YEŞİLLENMİYOR, ÇÜRÜYOR

  Artık gerçek bütün boyutlarıyla görülüyor ki, kapitalizm dünyayı kurtarmak için yeşillenmiyor, tersine kapitalizm çürüyor. Peşinden doğayı ve insanı da içinden çıkılmaz bir bilinmeze sürüklüyor. Çürüme, kapitalizmin el attığı bütün alanlardadır ve gezegenin her köşesinde benzer ölçeklerle ve sorunlarla ortaya çıkıyor. Bu insan soyunun sürdürüp sürdüremeyeceği şeklindeki bir tartışmaya da kaynaklık ediyor.

  Peki, bu gidiş durdurulabilir mi? Bu mümkündür ve gereklidir. Buna ancak kapitalizme her alanda seçenek olacak bir sistem karşılık verilebilir. Sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve estetik düzeyde, kapitalizmden daha zengin, daha evrensel, daha toplumsal, daha ekonomik bir dünya düzeniyle önlenebilir. Eşitlikçi, özgürlükçü, devrimci, demokratik, çevreci, halkın söz, karar ve iktidar hakkını olanaklı kılan sosyalist bir geleceği kurmaya çalışmakla gerçekleşebilir. Yani ekolojik deyimle eko sosyalizmle.

  Dünyanın bütün coğrafyasında ortaya çıkan, kar için yapılan üretimle, insani ihtiyaçların karşılanması için yapılan üretim arasındaki temel emek sermaye çelişkisine dünya halklarının ürettiği devrimci yanıtlarda ve açılan gediklerde umudu aramak gerek. Marx’ın “tüm zenginliğin birincil kaynaklarını yani toprağı ve işçiyi eş zamanlı olarak görmezden gelerek” gelişen bu sistem, insanı ve doğayı kirletmesinin sonuçlarını hafifletmeye çalışarak ne insanı ne de doğayı kurtarmak olası değildir. Dünya da yaşamı sürdüreceksek eğer, insanın varlığıyla doğanın birlikteliği, eşitlik ve sürdürebilirlik içinde bir arada evrilmelidir. Kapitalizmin sınırlarının buna yetmeyeceği gayet açıktır.

Yazarın Son Yazıları