Depremin üzerinden 17 gün geçti. Hayat burada normale döndü. 6 Şubat günü başlayan üzüntünün yerini gündelik sevinçler, üzüntüler, stresler aldı. Sürekli iyileşme ve başa çıkma üzerine paylaşımlar görüyorum. Zaman her şeyin ilacı, zamanla bu acının da hafifleyeceğini ya da unutulacağını biliyorum. Ama acılar daha tazeyken, bu kadar gün sonra hala daha enkaz başlarında insanlar umutsuzca yakınlarının cenazesini almaya çalışırken, zoraki iyileşme çabasının sağlıklı ya da insani olduğunu düşünmüyorum. Yurdun bir yeri cehennemi yaşarken, buradan doğru bir cennet illüzyonunun kimseye fayda sağlayacağını da sanmıyorum. Altında onlarca çocuğun can verdiği enkazlarda hiç karşılaşmayacağımız kadar sahici ve ete kemiğe bürünmüş acılar yaşanırken, o acının bir balona dönüştürülmesini, o balon sönünce de yok olup gitmesini hem o acıyı yaşayan ve hayatını kaybedenlerin hatırasına saygısızlık hem de bizi bekleyen makus talihimizden kaçma çabası olarak görüyorum. Kaçmayalım, bu acıyı hatırlayalım ki bir daha böyle bir kederin bizi boğmasına izin vermeyelim. Günlerdir göğsümüze saplanan, kalbimizi ağrıtan acının yarın başka milyonlarla beraber öznesi de olmayalım.
Bu yüzden orayı tanıklık edebildiğim kadarıyla size anlatmak istiyorum. Ama yine de ne anlatırsak anlatalım, orada gördüklerimizin ancak ufak bir parçasını dile getirebilmiş oluruz. Bu, hiçbir gazetecinin kabiliyetsizliği değil, gördüklerini anlatacak dilin henüz icat edilmemiş olmasıyla alakalıdır. Oradan dönenlere nasılsınız diye soruluyor. Nasıl olalım, bir bardak su içsek yaralarımızdan dökülür şimdi.
***
Depremin ikinci günü Salı gecesi Bursa’dan yola çıkarak Çarşamba sabahı Maraş’a gittik. Aracımızda NAK ekiplerine götürmek üzere jeneratör taşıyorduk. Jeneratörü ekibe teslim etmek için Maraş Havaalanı’na gittiğimizde önümüz boşken sebepsiz yere beklediğimizi fark ettik. Daha sonra yanımızdan Cumhurbaşkanı’nın konvoyu geçince, bu bekleyişin nedeni belli oldu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, depremin 3. gününde Maraş’taydı
Jeneratörü bekleyişin ardından havaalanına bırakıp Kanal D muhabirlerinin ‘burada can kaybı hiç yaşanmadı’ dediği Onikişubat ilçesinde Şazi Bey mahallesindeki enkazlara gittik. Hiç can kaybının yaşanmadığı söylenen ilçede önümden ilk geçen battaniyeye sarılı çocuk cenazesi oldu. Peşi sıra başka cenazeler de çıkarılıyordu. Kaldırımlarda duran cenazelerle ilk kez burada karşılaştım, yolda yürürken battaniyeye sarılı cenazelere basmamayı burada öğrendim. Depremin üçüncü gününün sabahında enkazların büyük çoğunluğunda arama kurtarma çalışmalarının enkazdaki insanların yakınları tarafından yapıldığını gördük. Tamamı moloz yığınına dönen Hünkar Apartmanı’nın önünde beklerken gazeteci olduğumuzu duyan bir depremzede yanımıza geldi. Apartmanın yaklaşık 10-15 yıllık olduğunu, 6 ay önce de bina için denetleme yapıldığı ve depreme dayanıklıdır raporu verildiğini aktardı.
Enkazın biraz ilerisinde başka depremzedelerle konuşurken yanımıza üstüne şişme mont atmış, 40’lı yaşlarında bir kadın geldi, sohbetimize dahil oldu. İlk anda üzerindeki sakinlikten kadının enkazları izlemeye gelen biri olduğu izlenimine kapıldım. ‘Yakınlarınız mı var’ diye sorduğumda, 6 ay önce sağlam raporu verilen Hünkar Apartmanı’nda ailesinden 25 kişiyi kaybettiğini öğrendim. Yüzüne dikkatle baktığımda onun da artık yaşamadığını fark ettim.
Hünkar Apartmanı’nın enkazı
Yol boyunca depremden kaçan insanları gördük, üzerlerinde yalnızca geceden kalma pijama, ayaklarında incecik bez ayakkabı ya da terlikler. Hatay’a gidebilmek için önce Gaziantep otogarına ulaştık. Batıya kaçmak isteyen Antep ve Adıyamanlılar otogarı doldurmuştu. Tuvalet hala daha 4 liraydı. Duyduk ki Antepli taksiciler 150 liralık yola 300-400 lira almaya başlamışlar. Adıyaman’dan İstanbul’a gitmeye çalışan Seda’yla konuştuk. Sanıyorum 31 yaşındaydı. Yolda gelene kadar kime denk gelmişlerse ceplerindeki üç kuruşa göz dikmişler Seda’nın. O’nun gözlerinde hangi hisler vardı bilmiyorum. Seda bize Adıyaman milletini yok olduğunu söyledi, sanırım gözlerindeki şey bir milletin yok oluşuna tanık olmakla alakalıydı. Hala aklıma geldikçe ürperiyorum.
Depremzedeler nereye olduğuna bakmadan otobüs bileti arıyorlardı
20.30’da Antep otogarından yola çıktık, telefonla uğraşırken yavaşladığımız yerde gözüm cama ilişti. Şehirden uzaklaştığımızı düşünürken ayakta kalan bir iki bina görünce dikkatle baktım, ilçe yerle bir olmuştu. Tabelalar oranın Nurdağı olduğunu hatırlattı. 27 yaşımda ölümün kol gezdiği tekinsiz bir ilçede ölülerin arasından geçiyordum, vücudumu kaplayan titremeyi bir süre durduramadım.
Depremin dördüncü gününün sabahı Antakya’ya ulaşmıştık. Yol boyunca kendimi karşılaşacağım tabloya hazırlamaya çalıştım ama cehennemi kendi gözlerimle göreceğimi tahin edemezdim. Birçok ilçe gibi Antakya da kıyameti yaşamıştı ve ben 4 gün boyunca bu şehrin sokaklarında dolaşırken kendimi cehennemde gezen Dante gibi hissettim. Cadde boyunca enkazlar ve başlarında çaresizce bekleyen insanlar vardı. Ölüm kendi içinde çaresizliği de her zaman barındırır ama buradaki ölüm, ölümün bambaşka bir boyutuydu. Çaresizlik de öyle.
Ürgenpaşa mahallesi Atatürk caddesi önünde birbirine geçmiş Karakaya ve Gül apartmanlarının enkazında ilk canlı umuduna denk geldik. Moğol arama kurtarma ekipleri enkazda sesin geldiğini tespit etmişler. AFAD arama kurtarma ekibini 5 günlük deprem bölgesi yolculuğumuzda sadece orada gördüm. Ses geldiğini öğrenince hemen geldiler, sonra enkazın tehlikeli olduğunu öğrenince basıp gittiler.
Gül ve Karakaya apartmanının iç içe geçmiş enkazında Moğol ekipler canlı sesine ulaştı
Yol boyunca önünde tek tük insanın bulunduğu ya da hiç bulunmadığı birçok enkazın önünden geçtik. İlk bakışta buralardaki çalışmaların bittiğini düşünsek de sonrasında o enkazlara daha hiç girilmediğini öğrendik. Her enkazın önünden ‘ayak sesimi duyarlar mı’ utancıyla geçtim. Bu yazıda kullandığım fotoğraflardaki enkazların altında fotoğraflar çekildiği an kurtarılmayı ya da toprağa kavuşmayı bekleyen onlarca insanın olduğunu tekrar hatırlatmak isterim.
Hatay’da birçok hastane yıkıldı ya da kullanılamaz hale geldi. Onlardan biri de Akademi Hastanesi’ydi. Bir arkadaşım mesaj atıp o enkaz altında 20 yaşında kendi arkadaşının ve 2 akrabasının daha bulunduğunu, bu bilgiyi de binadan canlı kurtulan birinin aktardığını söyledi. Hastanenin hemen yanında bulunan AFAD kriz merkezinde bir yetkiliyle görüşüp durumu bildirdim. Yetkili, o enkazda canlı veya ölünün bulunmadığını kendinden çok emin söyledi. Bu sözlerin karşısında her yeri yıkılmış bir şehirde ihbar hatası olabilir diyerek yoluma devam ettim. Sonra öğrendim ki 20 yaşındaki Behçet ve 2 yakını o hastanenin acilinden ölü olarak çıkarılmış. Behçet 20 yaşında öldü, kalan hayatı benim boynuma yük oldu.
Deprem sonrası halka hizmet etmesi gereken Akademi Hastanesi, temeline çökmüştü
Yolda giderken 20’li yaşlarındaki Mustafa’yla karşılaştık. Annesi ve 14 yaşındaki kız kardeşini bekliyordu. Bize, “Bir umudumuz kalmadı, poşetlerimiz elimizde cenazelerimizi bekliyoruz” dedi. Mustafa o günün sabahında enkaza gidip fotoğraf albümünü toplamış, ‘bana onlardan geriye yalnızca fotoğrafları kaldı’ dedi. Başka bir enkazın önünde bekleyenlerle konuştuğumuzda da betonların arasında 17 yaşında üniversite sınavına hazırlanan genç bir kızın öldüğünü öğrendik. Köpeğiyle sarılmış şekilde cenazesine ulaşılmış.
Görece iyi duran bu enkaz, 17 yaşında genç bir kıza ve biricik köpeğine mezar oldu
Hatay’da nereye dokunsak bir acı vardı, ölümün uğramadığı tek bir nokta dahi kalmamıştı. Ve elbette bu ölümün kokusu da vardı. Bazen çok yoğun, bazen çok cılız, toz toprağa ve ise karışmış ölüm kokusu her yerdeydi.
Antakya’daki Atatürk Caddesi boyunca yol kenarına çökmüş binalardan ölüm kokusu yükseliyordu
5 günlük süre zarfında Maraş, Hatay, Antep ve Adıyamanlı depremzedelerle konuştuk. Hepsi de yardımların sadece kendi şehirlerine gelmediğini sanıyordu. Her birine durumu tek tek izah ettik. Onlara gitmeyen yardımların sorumlusu biz değildik ama o çaresizliğin altında biz ezildik.
Her enkazın başında çaresizce haber bekleyen insanlar vardı
Bundan önceki depremlerde madencilerin deprem bölgesine doğru yola çıkmasıyla beraber depremzedelerin ‘madenciler geliyor’ heyecanına kapıldıklarını okumuştum. Bu heyecanın nedenini her gün, her dakika yeniden anladık. Madenciler gerçekten umuttu. AFAD ekiplerinin yalnızca ses gelen enkazlara gitmesine karşın yerin yedi kat dibinden gelen bu adamlar korkusuzca her enkaza girdiler. Madenci şefi Sinan abiyle konuştuğumuzda o gün 17 yaşında bir kızın cansız bedenini çıkardığını söyledi. Kızın erkek kardeşi ise hala enkaz altındaydı, ‘yarın gidip onu da çıkaracağım’ dedi. Sinan abi gidip çıkarmıştır, o iki çocuğu toprağa kavuşturmuştur. Madenciler çok öfkeliydi, depremin ilk anında çantalarını hazırlamışlar ve günlerce deprem bölgesine gelmeyi beklemişler. Ancak 4. gün gelebildiler. Yanına yaklaşınca ölüm kokusu aldığımız bu adamlar ‘daha erken gelseydik bu insanları canlı çıkarırdık’ dediler. Ne yatacak yerleri ne yiyecek yemekleri vardı. Depremzedeler neredeyse madenciler de oradaydı. Madencilerin mayası farklıymış, onu anladım.
Madenciler yalnızca yemek ve uyku ihtiyaçları için enkazlardan ayrıldılar
Hatay’ı anlatırken, Hatay’ın yaralarını sarmaya çalışan bir avuç insanı da unutmayalım. 4 gün 3 gece boyunca SOL Parti’nin Defne’de kurduğu kriz merkezinde kaldık. Ankara, İstanbul ve Bursa’dan gelen partililer gün boyunca ulaşan yardımları dağıttı, gidilmeyen köylere gitti, gelen ihbarlara yönelik hareket etti. Battaniyesi olmayan asker, polis gelip SOL Parti’nin kriz masasından ihtiyacını giderdi. Bölgedeki en büyük sorunlardan biri olan tuvalet işini, spor salonunun tuvaletlerini kullanılır hale getirerek çözdüler. Benzer bir manzarayı Türkiye Komünist Partisi’nin Armutlu’da kurduğu kriz masasında da gördük. Her şey inanılmaz nizami, her yardım eşyasının başında bir partili vardı. Belediyelerin getirdikleri yardımların sokak ortasında serilip, evleri yıkılan insanların onurunu kırar şekilde dağıtılmasına karşın, Hatay’da devrimciler aynı zamanda insan onuruna da sahip çıktılar. Diğer yerlerde devrimcilerin kurduğu kriz merkezlerinde de tablonun benzer olduğunu öğrendik. Ülke nüfusuna oranla bir avuç sayılabilecek bu insanların yetkisi olmadığı halde nasıl bu kadar organize olabildiklerini durup düşünelim.
SOL Parti’nin kurduğu kriz merkezine gelen ihbarlarda köylere yardım ulaştırıldı
***
Kısa kısa anlattım bütün bunları, siz sıkılmayın diye. Malum, en fazla üç gün sürüyor 21. yüzyılda ölüm acısı. Sizin hemen toparlanmanız lazım arkadaşlar, psikolojinizin bozulmaması lazım. Ne olursa olsun hayatın burada devam etmesi lazım. Yarın tabutunuz olacak evlerinizde yarınlar hiç tükenmeyecekmiş gibi huzurla hayatınıza devam edebilmeniz lazım. Bu deprem ilk olarak 13 milyon insanı etkiledi. O insanlarla beraber sevdikleri, arkadaşları, tanıdıkları da eklenince nüfus daha da kabardı. Bu 13 milyon kişi arasında yarası size dokunan hiç kimse bulunmuyor olabilir. Ama sanmayın ki hep sizin tanımadıklarınız ölecek. Bu yangın bir gün hepimizi saracak. Dönmeyin arkadaşlar, normalleşmeyin. Bugün normalleşen hayatlarınız, yarın isminizle beraber bina adresinizin Twitter’da RT edilmesine bağlı olmasın.
Son olarak, Hatay’dan kırık yollardan dönerken, un ufak olmuş enkazlarda yiten hayatları düşündükçe aklıma gelen şu dizeleri not olarak bırakayım…
“gün gelir dört yanın nefrete boğulursa / güllerin, göllerin, dağların ayrılırsa / aşkımız, sevgimiz seni yalnız bırakırsa / ağla, sevgili yurdum, ağla”